Türkiye’nin, İslam karşıtı, dayatmacı bir kadronun kontrolünde yıllarını heba ettiği artık açık seçik belli olmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren adeta gizli bir protokol etrafında anlaşmış bu kadro, tarihi seyir içerisinde adım adım bu niyetlerini icraata sokmuşlardır. Göz göre göre Müslüman halk kendi yöneticileri tarafından aldatılmıştır. Halkın tepkisini çekmeden, toplumu İslamdan uzaklaştıracak icraatları pek ustaca yürürlüğe sokmuşlardır.
Cumhuriyetin ilanı, Cuma hutbeleri, dualar ve İslamiyete övgülerle yapılırken; önce halifeliğin ilgası, daha sonra Evkaf ve Şeriyye Vekaletinin kaldırılması, yerine Devlete sıkı sıkıya bağlı ve İslamın sadece ibadet ahkamı ile sınırlı bir görev yapacak şekilde planlanmış bir Diyanet İşleri Reisliği ihdası, en sonunda da anayasada devletin dini İslamdır maddesinin iptali ve yerine “devlet laiktir” umdesinin getirilmesi ile esasında gerçek niyetler ta o zaman konmuştu.
Neden Laiklik? Ve Laiklik nedir?*
Eğer lügattaki anlamda bir laiklik uygulaması söz konusu olsa idi, yine de “İslama karşı bir kadro” suçlamasını yapmakta zorlanacak, belki de bütün bu olanları iyi niyetle yorumlama imkanı bulacaktık. Ama görüldüğü gibi, Anayasa ve diğer kanunlar ile topluma hizmet götüren tüm devlet birimlerinde toplumu adım adım İslamdan uzaklaştıracak ve bir noktadan sonra İslama karşı bir duruma getirecek sinsi bir planın uygulanmış olduğu ortadadır.
İslam, niyetini gizleyen, İslam karşıtı siyasal bir otoritenin kontroluna bırakılmıştır. Diyanet İşleri Reisliği kanunu ve 80 yıllık uygulamalar bu tesbitimizi açıkça teyyit etmektedir.
Esasında, devlet bu eylemi ile, kendi koyduğu yasalarla tenakuza düşmüştür. Zira anayasa ve diğer yasalarda laiklik tarifi yapılmadığı için normalde batıdaki laiklik tanımını baz almak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Batıdaki laikliğin tanımında ise devlet ve din işlerinin birbirinden bağımsız ve muhtar olmaları keyfiyeti açıkça ortaya konmaktadır.
O halde Türkiye’deki kanun koyucular, yavuz hırsız misali milletin gözünün içine baka baka, kendi siyasi ihtirasları uğruna dini kurban etmeyi yeğlemişlerdir. Bu işde de oldukça başarılı olmuşlardır.
61 Anayasasını hazırlayan heyette bulunan biri olan Prof. İlhan Arsel’le** 1966-1968 Yedek subay döneminin okul devresinde beraber olduk. Okul komutanının emri ile Anayasa üzerinde bir seri konferansa başlamıştı. Laiklik maddesinde yoğunlaşan sorularımız üzerine çıkan tartışmalarda bu kadronun gerçek niyetlerinin ne olduğu İlhan Arsel’in ağzından dökülen şu öfkeli cümlelerle açıkça ortaya konuyordu:
“Anayasada laikliğin tanımının yapılmamasının sebebi; Türkiye’de İslam gibi dünya hayatının her noktasında mesajı olan ve bir çöl bedevisinin ortaya koyduğu, orta çağ karanlığına götüren bir dinin varlığıdır. Bu sebepten dolayı laikliği asıl kimliği ile değil Türkiye şartlarına uyarlanmış bir model uygun görülmüştür.”
Demek ki kanun koyucu, İslamdan korktuğunu, Müslüman halka anlatamadığı için, böyle karmaşık, tenakuzlu bir yola sapmıştır. Bugünkü dayatmalar da bunu kanıtlamaktadır.
Yıllar boyu, “dininize karışan mı var? İşte camiler açık, ibadetlerinizi engelleyen mi var?” ninnileri ile avutulan millet, bilhassa son 5-6 yıl içerisinde karşılaştığı olaylar yüzünden oyunu bütün çıplaklığı ile görmüş ve şaşkınlığa düşmüştür.
Halkından, halkının inancından, dininden korkan bir devlet anlayışı ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu şartlarda bu millet, bu devlete benim devletim nasıl diyebilir?
Bundan sonra ne olacaktır?
Bir toplumda sosyal sistemle , inanç sistemi mutlaka birbirine uyumlu olmak zorundadır. Uyumlu olmaması halinde ise çatışmaların ve mücadelelerin meydana gelmesi kaçınılmaz olur. Bu kavga ve gürültülerin sonunda, ya dayatmacılar galip gelir, ya da toplum. Tarih, böyle durumlarda toplumun çoğunlukla galip geldiğini göstermektedir.
Toplum fertleri eğer tarihi misyonuna yakışan bir şekilde inanç sistemine sahip çıkmaya kararlı ise, mevcut yasalar çeçevesinde kendisine tanınan bütün hak ve vecibeleri sonuna kadar kullanmalıdır. Aralarında oluşturdukları kurum ve kuruluşlarla yasal tepkisini canlı tutmalıdır. Bütün baskı ve dayatmalara rağmen hak ve özgürlüğünden ödün vermemelidir.
Unutmayalım ki, inanç sistemimizde “zulmetmeyiniz” emrinin yanında “zulme boyun eğmeyiniz” emri de bulunmaktadır.
Allah(cc) yar ve yardımcımız olsun.
* Laiklik, tarih sürecinde bir çok merhaleler geçirmiştir. Eski Yunan şehir devletinde, ruhban ve resmi sistemin dışında olan halka “laos”, halktan olana da “laikos” deniyordu. Batıda gelişen laiklikte teoride din ve devletin ayrılması, birbirinden bağımsız duruma gelmesi isteği olmasına rağmen, temelde akıl ve vicdanın ayrılmasını gündeme getirdiği gibi, inananla, inanmayana eşit uzaklıkta olma aldatmacası ile kanun ve kurduğu düzende inanmayanların tarafında yer almıştır. Bu anlamda laiklik, dinsizlik yönünde bir hedefi gizlemektedir. Nietzsche(Niçe) “Tanrı öldü” ifadesi ile bu niyeti açıklamış oldu.
Bu sebeple laik düzen, materyalizim ve marksizim ilkeleri ile kolayca bütünleşebilmiştir. Yaradılış fikrine karşı çıkartılan Darwin nazariyesine de sıkı sıkı sarılmıştır.
Son merhalede ise 20. Asırda, Batı laikliği biraz daha modernize edilerek”Kiliseye Muhtariyet” verilmesi ve din ve devlet yürütme işlerinin birbirine müdahale etmemesi anlayışında noktalanmış gözükmektedir.
** Prof. İlhan Arsel, bilindiği gibi İslam düşmanlığını içeren kitap ve makaleler yazan ve bazı duyarlı çevrelerce, Pakistanlı sapık Salman Rüştüye izafeten “yerli Salman Rüştü” lakabı ile anılan bir kişidir. Uzun yıllardan beri Amerikan vatandaşı olarak Amerikada yaşamaktadır. 1961 Anayasasının yapımcılarından biridir.